ŞEHİTLERİN SULTANI

 / ŞEHİTLERİN SULTANI

EBÛ ABDİLLÂH EL-HÜSEYN B. ALÎ B. EBÎ TÂLİB EL-KUREŞÎ EL-HÂŞİMÎ EŞ-ŞEHÎD (Ö. 61/680)

HZ, PEYGAMBER’İN TORUNU,

HZ. FÂTIMA İLE HZ. ALİ’NİN KÜÇÜK OĞLU,KERBELÂ ŞEHİDİ

 İMAM HÜSEYİN 

5 Şaban 4 yılında (10 Ocak 626) Medi­ne’de doğdu. "Şehîd" lakabıyla meşhur­dur. Göğsünden aşağısının dedesine çok benzediği rivayet edilir. Doğduğu zaman Hz. Peygamber, ağabeyi Hasan’a yaptığı gibi o güne kadar Araplar’ca pek bilinme­yen adını kulağına bizzat ezan okuyarak koydu ve doğumunun yedinci gününde akîka kurbanı kestirip Hz. Fâtıma’dan sa­çının ağırlığınca fakirlere gümüş dağıt­masını istedi. Hz. Hüseyin, ağabeyi Hasan ile birlikte tabiînden Ebû Abdurrahman es-Sülemî’den kıraat öğrendi (Zehebî, III, 280; IV, 268); dedesiyle annesinden ve ba­basından, ayrıca Hz. Ömer’den ve diğer bazı sahâbîlerden sekiz hadis rivayet etti.

Hz. Hüseyin de ağabeyi Hasan gibi ilk iki halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen yer almadı. Hz. Osman zamanında Saîd b. Âs’m Kûfe’den Horasan’a yaptığı sefere (30/651) ağabeyi ile birlikte katıldı. Daha sonra Hz. Osman’a evini kuşatan isyancılara karşı babası Hz. Ali tarafından yine ağabeyi ile birlikte ha­lifeyi korumak ve evine su taşımak üzere görevlendirildi.

Babasının halifeliği sırasında Hz. Hüse­yin Küfe’ye giderek onun bütün seferle­rine katıldı; şehâdetinden sonra da yine onun vasiyetine uyarak ağabeyine itaat etti. Bu arada Hz. Hasan Muâviye ile an­laşmaya karar verdiği zaman ona karsı çıkmak istediyse de itirazının reddedilmesi üzerine vazgeçti ve beraberinde Me­dine’ye gitti. Daha sonra Hz. Hüseyin 1 anlaşma dolayısıyla Muâviye’nin tahsis ettiği yıllık 2 milyon dirhemi onun vefatı­na kadar aldı (Dîneverî, s. 218, 224-2Hİ ve daima ağabeyinin yanında bulundu. Hz. Hasan’ın vefatından (49/669) sonra ise I. Yezîd’in hilâfet makamına gelişine kadar (60/680) kendini ibadete vererek zühd ve takvaya dayalı bir hayat sürdür­dü. Hz. Hüseyin’e ağabeyinin vefatı üze­rine imam sıfatıyla biat edildiğine veya onun Muâviye aleyhine faaliyette bulun­duğuna yahut kendi imameti için hare­kete geçtiğine dair ilk Sünnî ve Şiî kay­naklarında herhangi bir rivayete rastlan­maz; aksine bu husustaki birtakım kıpırdanışlara fırsat vermediği söylenir. Me­selâ Hz. Hasan’ın vefat haberi Küfe "ye ulaşınca taraftarları Hz. Hüseyin’e, ba­basıyla ağabeyinin intikamını almak için emrini beklediklerini bildiren bir mektup göndermişlerdi. Hucr b. Adî’nin, Muâviye’nin emriyle başlatılan camilerde Hz. Ali’ye hakaret etme faaliyetine karşı çıktığı için öldürülmesi üzerine (51/6711 Kûfe’nin ileri gelenlerinden bir kişi hem bu haberi iletmek hem de Hüseyin’i Küfeye getirmek amacıyla Medine’ye gitmiş, du­rumdan haberdar olan Muâviye Hz. Hü­seyin’e fitne çıkarmak isteyen kimselere fırsat vermemesi konusunda tavsiyede bulunmuş, o da cevabî mektubunda. "Seninle savaşmak ve sana karşı çıkmak» niyetinde değilim" demiştir (Dîn 224-225). Bununla birlikte Hz. Hüseyin Muâviye’ye karşı takındığı olumlu tavrı 56 (676) yılından sonra değiştirdiği muhakkaktir; çünkü bu yılda Muâviye’nin oğlu Yezîd’e biat edilmesini istemesi pek çok müslüman gibi Hz. Hüseyin’i rahatsız etmiştir.

Medine Valisi Mervân. Muâviye’nin yerine halef tayin ettiği oğlu Yezde kendi adına biat almasını isteyen mektubum Mescid-i Nebevî’de okuyunca halk fevaran etti. Abdurrahman b. Ebû Bekir  Mervân’a, daha başlangıçta gerek kendisinin gerek Muâviye’nin yalan söylediğini ve saltanatı babadan oğula intikal ettiren Bizans sistemini müslümanların başına getirmek istediklerini söyleyerek bu tek­life karşı çıkarken Abdullah b. Ömer Ye­zîd’in fâsıklığını, Abdullah b. Zübeyr ise Allah’a karşı gelene itaatin caiz olmadığı­nı öne sürerek açıkça itirazda bulundular ve biata yanaşmadılar; Hz. Hüseyin de on­larla aynı fikirdeydi. Mervân’ın bu duru­mu bildirmesi üzerine Muâviye hemen Medine’ye gitti ve muhalefet eden kişi­leri çeşitli tehditlerle biata zorladı fakat başaramadı. Muâviye’nin ölümü üzerine (60/680) hilâfet mevkiine gelen Yezîd, Me­dine Valisi Velîd b. Utbe b. Ebû Süfyân’dan her ne şekilde olursa olsun Hüseyin ve diğerlerinden biat almasını istedi. Ve­lîd, henüz Muâviye’nin ölüm haberi du­yulmadan Hz. Hüseyin ile Abdullah b. Zübeyr’i Mervân ile de istişare ederek yanına çağırttı. Fakat onlar Muâviye’nin öldüğünü ve haberin halk tarafından duyulmasından önce biatlarının alınmak istendiğini anladılar. İbnü’z-Zübeyr Mek­ke’ye kaçtı; Hz. Hüseyin ise Velîd ile görüşmeye gittiğinde, "Benim gibi bir adam gizlice biat edemez: zaten sen de halk katında açıkça yapmadığım bir bia­ta razı olmazsın" diyerek ertesi gün hal­kın önünde biat edeceğini bildirdi. Mer­vân Velîd’e. yanından ayrılmadan önce Hüseyin’in biatini sağlamasını veya boy­nunu vurdurmasını tavsiye etti; ancak Velîd, "Sen benim için dinimi yıkacak bir şey tavsiye ediyorsun. Yemin ederim ki Hüseyin’i öldürmek suretiyle dünyanın her yanına, üzerine güneşin doğup bat­tığı bütün mal ve mülküne sahip olacağı­mı bilsem yine de bunu istemem" diyerek tavsiyesini reddetti (Ebû Mihnef, s. 12-13; Taberî, Târih, 11, 218-219). Velîd’in yanın­dan ayrılan Hz. Hüseyin 28 Receb 60 (4 Mayıs 680) gecesi, kendisine şu anda böy­le bir harekette bulunmasının yanlış oldu­ğunu söyleyen baba bir kardeşi Muham-med b. Hanefıyye hariç bütün aile fertle­rini yanına alıp Mekke’ye doğru yola çıktı.

Hz. Hüseyin’in Yezîd’e biat etmeyip Mekke’ye gittiğini haber alan Kûfeliler’den Şebes b. Ribl ve Süleyman b. Surad gibi bazı ileri gelenler onu hilâfete getir­mek için kendisine davet mektupları yaz­dılar (Ebû Mihnef, s. 17 vd.; Dîneverî, s. 228-229; Taberî, Târih, II, 233-235), ayrıca Ebû Abdullah el-Cedelî başkanlığında bir heyet gönderdiler. Bunun üzerine Hz. Hü­seyin, durumu yerinde incelemesi için am­casının oğlu Müslim b. Akil’i Kûfe’ye yol­ladı. 5 Şevval 60 (9 Temmuz 680) tarihinde şehre ulaşan Müslim Ibn Avsece’nin evi­ne indi ve Hz. Hüseyin adına biat almaya başladı. İlk aşamada 12-30.000 kişinin biat ettiği ve hatta Müslim’in Küfe Mescidi’nde açıkça bir konuşma dahi yaptığı rivayet edilmektedir (Ebû Mihnef, s. 20; Taberî, Târih, II, 228-229, 257-258). Yezîd, Müslim’in bu faaliyetini öğrenince Küfe Valisi Nu’mân b. Beşîr el-Ensârî’yi görev­den alarak yerine Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyâd’ı tayin etti ve ondan Müslim’i şe­hirden çıkarmasını veya öldürmesini is­tedi. Ubeydullah’ın Hz. Hüseyin taraftar­larını ürküten tedbirler alması üzerine Müslim daha nüfuzlu bir kişi olan Hâni’ b. Urve el-Murâdî’nin evine yerleşti ve halkı ayaklanmaya çağırdı; hatta Ubey­dullah’ın kasrını kuşattı. Ancak Ubeydul­lah’ın safında yer alan Küfe ileri gelenle­rinin nasihat ve tehditleri üzerine ayak­lanan halk dağılmaya başladı ve geceye doğru Müslim’in yanında sadece otuz ki­şi kaldı; daha sonra onlar da dağıldı. Bu gelişmeler üzerine geceleyin Kinde kabi­lesine mensup Tav’a adlı bir kadının evi­ne saklanan Müslim ihbar üzerine yaka­lanarak öldürüldü (8 veya 9 Zilhicce 60/9 veya 10 Eylül 680). Bu yüzden Kûfeliler’den biat aldığını daha önce mektupla ha­ber verdiği Hz. Hüseyin’e onların sözlerin­den döndüğünü bildiremedi.

Hz. Hüseyin yeni gelişen olaylardan ha­beri olmadığı için Kûfe’ye hareket etmeye karar verdi. Her ne kadar Abdullah b. Abbas ona, Kûfeliler’in babasıyla ağabeyine yaptıklarını hatırlatıp sözünde durmayan bu insanların davetine uymamasını ve eğer Mekkede kalmak istemiyorsa Ye-men’e gidip orada Müslim’in hâkimiyet kurmasını beklemesinin daha iyi olacağı­nı söylediyse de Hüseyin kararından dön­medi. Yezîd’in halifeliğini tanımayan Ab­dullah b. Zübeyr ise Mekke’de kalmasını teklif etti ve biat almasına kendisinin de yardımcı olabileceğini bildirdi (Taberî, Tâ­rih, II, 276; İbnü’1-Esîr, el-Kâmil, IV, 38). Abdullah b. Ömer ve Ömer b. Abdurrahman b. Haris gibi şahıslar da kesinlikle Kûfe’ye gitmemesini istediler, İbn Abbas ise hiç değilse yalnız gitmesini önerdi. Fakat Hz. Hüseyin, 8 Zilhicce 60 (9 Eylül 680) tarihinde umresini tamamladıktan sonra ailesi ve bazı taraftarlarıyla birlik­te Kûfe’ye hareket etti (Taberî, a.g.e., 11, 272; İbnü’1-Esîr, a.g.e., IV, 39). Birkaç gün sonra, bütün ailesini yanına aldığı için başlarına bir şey gelirse bunun soyunun tükenmesi demek olacağı endişesine ka­pılan amcasının oğlu Abdullah b. Ca’fer önce bir mektup yazarak durmasını iste­di; sonra da Mekke Valisi Amr b. Saîd b. Âs el-Eşdak’tan onun adına eman alarak kendisine gönderdi. Ancak Hz. Hüseyin, rüyasında Resûlullah’ı gördüğünü ve is­ter lehine ister aleyhine sonuçlansın baş­ladığı işi tamamlamakla emrolunduğunu söyleyerek geri dönmeyi reddetti. Yolda şair Ferezdak ile karşılaşıp Kûfe’deki du­rumu sorunca, "Halkın kalbi seninle, kılıç­ları Benî Ümeyye iledir; ilâhî takdir ise gökten iner ve Allah dilediğini yapar" ce­vabını aldığı halde, "Doğru söyledin, Al­lah’ın dediği olur, Allah dilediğini işler ve rabbimiz her gün yeni bir iştedir. Takdir hoşumuza gidecek şekilde olursa nimet­lerinden dolayı Allah’a şükrederiz; O şükredenlerin yardımcısıdır. Eğer takdir umu­landan başka türlü çıkarsa niyeti hak ve takvası da teneşir tahtası olan kimse el­bette taşkınlık göstermez" diyerek yol­culuğunu sürdürdü (Dîneverî, s. 245; Ta­berî, Târih, II, 277-278). Ancak daha sonra Sa’lebiyye’de karşılaştığı iki yolcudan Kû­feliler’in Matlarından caydığını ve Müslim b. Akil ile Hâni’ b. Urve’nin öldürüldüğünü öğrenince geri dönmek istedi: fakat bu defa da Müslim’in oğulları ve kardeşle­rinin ısrarı üzerine yola devam etmeye mecbur oldu. Bu arada taraftarlarına is­teyenlerin ayrılabileceğini söyledi, onlar da ayrıldılar; yanında sadece aile fertleriy­le birlikte yaklaşık yetmiş kişi kaldı. Böy­lece sayısı azalan kafile Ninevâ bölgesin­deki Kerbelâ’ya vardı (2 Muharrem 61/2 Ekim 680).

Küfe Valisi Ubeydullah’ın emriyle kafi­leyi uzun süredir 1000 kişilik kuvvetiyle gözetlemekte olan Hür b. Yezîd Hz. Hü­seyin’in Kerbelâ’ya ulaştığını valiye bildir­di; o da kafilenin sarp ve müstahkem yer­lere sığınmasına engel olunmasını, susuz ve savunmasız bir yerde konaklamaya mecbur edilmesini istedi. Rey valiliğine getirilen Ömer b. Sa’d b. Ebû Vakkâs’a da ordusuyla Hz. Hüseyin üzerine yürü­mesini ve bu meseleyi halletmesini em­retti. Ömer b. Sa’d önce bu işe yanaşmak istemediyse de yoğun ısrar ve görevden alınma tehdidi karşısında kafilenin üstü­ne yürüdü. Hz. Hüseyin Ömer’in gönder­diği elçiye kendisini Kûfeliler’in çağırdığı­nı, 18.000 kişinin biat ettikten sonra biatlarını bozduğunu, dönüp gitmek iste­diğinde de Hür b. Yezîd’in engel olduğu­nu ve kendisini buraya kadar gelmek zo­runda bıraktığını anlattı ve, "İzin verin dönüp gideyim" dedi (Dîneverî, s. 253-254). Ömer b. Sa’d, Hz. Hüseyin ile çarpış­mak istemediği için bu cevaptan mem­nun kaldı ve durumu Ubeydullah b. Zi-yâd’a bildirdi. Ubeydullah ise Yezîd’e bia­ti önermesini ve reddi halinde kafilenin su ile irtibatını kesmesini istedi. Bunun üzerine Ömer, Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağı­ranlar arasında bulunan Amr b. Haccâc’ı su yollarını kesmekle görevlendirdi; son­ra da birkaç defa Hüseyin’le gizlice görüş­tü (Ebû Mihnef, s. 48-49). Aralarında ne konuştukları tam olarak bilinmemekle beraber tahminlere göre Hz. Hüseyin şu teklifleri yapmıştır: Geldiği yere dönmek, bizzat Yezîd’e gidip biat etmek veya İslâm serhadlerinden birinde cihadla meşgul olmak. Ömer, kabul edilebileceği ve böy­lece kendisinin de bu sıkıntılı işten kurtu­lacağı ümidiyle teklifi Ubeydullah b. Ziyâd’a bildirdi. Ubeydullah önce bu teklifi uygun gördüyse de Sıffîn’de Hz. Ali’nin safında çarpışanlardan Şemir b. Zülcevşen ona önemli bir fırsatı kaçırmış olaca­ğını hatırlatarak Fırat nehriyle irtibatı ke­silmiş ümitsizlik içindeki Hüseyin’i isteği­ne boyun eğdirmesini veya cezalandırma­sını söyledi, ayrıca onun Ömer ile geceleri gizlice görüştüğünü belirtti. Bunun üzeri­ne Ubeydullah, Şemir ile Ömer’e bir mek­tup göndererek Hüseyin’in doğrudan ken­disine teslim olmasını sağlamasını, bunu başaramazsa onunla savaşmasını, aksi takdirde kumandayı Şemir’e bırakması­nı emretti. Şemir karargâha 9 Muharrem Perşembe günü ulaştı. Ömer b. Sa’d ku­mandayı, dolayısıyla kazandığı dünyalığı elden kaçırmamak için bu görevi yerine getireceğini söyledi. Hz. Hüseyin ve ya­nındakiler o geceyi dua, namaz ve istiğ­farla geçirdiler (Taberî, Târih, II, 315; Ib-nü’l-Esîr, el-Kâmü,\V, 59).

Ertesi gün Hz. Hüseyin gerekli savaş ha­zırlıklarını yaptıktan sonra atına bindi ve önünde bir mushaf olduğu halde Ömer’in ordusuna yaklaşarak kendisinin buraya geliş amacını anlamaları, hakkında insaflı hüküm vermeleri halinde saadete kavuşacaklarını ve üzerine yürümelerine ge­rek kalmayacağını, mazeretini dikkate al­mamaları durumunda ise istediklerini yapmalarını söyledi. Bazı kaynaklara göre Hz. Hüseyin bu konuşmasında anne ba­basının ve amcalarının İslâm’a hizmetle­rini dile getirmiş, Resûl-i Ekrem’in ken­disi hakkındaki övücü ifadelerinden söz etmiş ve kanını akıtmanın büyük vebal doğuracağını hatırlatmıştır (Ebû Mihnef, s. 49-50, 130-138; İbnü’1-Esîr, a.g.e., IV, 61-62). Hz. Hüseyin’in bu konuşması üze­rine Hür b. Yezîd yaptıklarına pişman ola­rak onun safına geçti.

Ömer b. Sa’d’ın sancağıyla gelip ilk oku atması üzerine başlayan savaş birbirine denk olmayan bu kuvvetler arasında tam bir dram şeklinde devam etti ve Hz. Hüse­yin’in savaşa başlarken yirmi üç süvariyle kırk piyadeden oluşan askerleri kısa süre­de azaldı. Savaşın sonlarında artık sıcak ve susuzluktan bitkin hale düşen bu az sayı­daki insanın başında piyade olarak cesa­retle dövüşen Hz. Hüseyin’e Şemir b. Zülcevşen’in emriyle her taraftan hücum edildi. Sinan b. Enes en-Nehaî önce bir harbe saplayıp onu yere düşürdü, sonra da atından inerek saçlarını ve daha son­ra başını kesti; oradakiler de cesedini so­yup her şeyini, ardından da çadırları yağ­maladılar. Bu arada Hz. Hüseyin’in hasta yatağındaki oğlu Ali Zeynelâbidîn öldü­rülmek istendiyse de Ömer b. Sa’d buna engel oldu (10 Muharrem 61/10 Ekim 680) Şehidlerin cesetleri ertesi gün Benî Esed mensuplarının ikamet ettiği Gâdiriye köylülerince toprağa verildi.

Hz. Hüseyin’in kesik başı ve esirler Dımaşk’a gönderildiğinde Yezîd görünüşte üzülmüş ve Hüseyin’i öldürtmesi sebebiy­le Ubeydullah b. Ziyâd’a lanet etmiştir. Ancak onun bu üzüntüsünde samimi ol­duğunu söylemek mümkün değildir. Çün­kü gerçekten üzülmüş olsaydı Ubeydul­lah, Şemir ve diğerlerini hiç değilse görev­lerinden alması gerekirdi; ayrıca öldürme emrini verenin bizzat kendisi olduğu yo­lunda rivayetler de vardır (Dîneverî, s. 284-285; Ya’kûbî, II, 229). Bununla beraber Hz. Hüseyin’in katliamdan kurtulan oğlu. kızları, kız kardeşi ve Tâliboğullarından diğer esirler Dımaşk’ta birkaç gün tutul­duktan sonra Yezîd tarafından bir muha­fız birliği refakatinde Medine’ye gönde­rilmiştir. Hz. Hüseyin’in başının nereye gömüldüğü konusu ihtilaflıdır. Medine’­de Baki’ Mezarlığı’na, Necef te babasın yanına. Küfe dışında bir yere, Kerbelâ’da cesedinin konulduğu kabre, Dımaşk’ta bilinmeyen bir yere, Rakka’ya, hatta Kahire’ye gömüldüğüne dair rivayetler bu­lunmakta  ve bunlardan birincisi daha güçlü bir ih­timal olarak görülmektedir (İbn Kesîr. vm. 204). Öte yandan İbn Şehrâşûb, Şeyh el-Müfîd, Muhammed Bakır el-Meclisî. Muh­sin el-Emîn, Fehmî Üveys gibi Şiî yazarı Hz. Hüseyin’in doğumu, çocukluğu, genç­liği ve şehâdetiyle ilgili tarihî gerçeklere uymayan pek çok olağan üstü hadise ve keramet rivayet ederler. Kaynaklar Resûl-i Ekrem’in iki torunu­nu çok sevdiğini, isteklerini tereddütsüz yerine getirdiğini, onlarla oyun oynadığını. sırtına bindirip gezdirdiğini, hatta sec­dede iken üstüne çıktıklarında inmeleri­ne kadar beklediğini yazar ve onlara olan düşkünlüğünü gösteren birçok rivayet nakleder. Bir gün Hz. Peygamber min­berde iken Hasan ile Hüseyin’in düşe kal­ka mescide girdiklerini görünce konuş­masını yarıda keserek aşağı inip onları kucaklamış ve, "Cenâb-ı Hak, ’Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan ve­silesidir’ (et-Tegâbün64/15) derken ne ka­dar doğru söylemiş; onları görünce daya­namadım" dedikten sonra konuşmasa sürdürmüştür (İbn Mâce, "Libâs", 20:Tif-mizî, "Menâkıb", 30; Nesâî, "Cum’a". 30» ’"îdeyn", 27). Müslümanların Ehl-i beyte ve âl-i abaya dahil olan Hz. Hasan ile Hü­seyin’e duyduğu sevgi ve şefkat Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra da devam et­miştir. Meselâ Hz. Ömer, hilâfeti sırasında divan teşkilâtını kurup herkese yapı­lacak yardımları belirlerken onlara Bedir Gazvesi’ne katılanlara verilen miktarda tahsisat ayırmıştır (Taberî, Târih, I, 2413). Hz. Hüseyin Resûlullah’ın sevgili torunu, emaneti ve reyhânesi (çiçek demeti) deni­lerek müslümanlardan daima sevgi, şef­kat ve bağlılık görmüş, böylece altı yaşın­da kaybettiği dedesinin ve annesinin yok­luğunu fazlaca hissetmemiştir. Ayrıca ağabeyi Hasan ile birlikte bütün İslâm dünyasında olduğu gibi Türkler arasında da Resûlullah’ın sevgili torunu sıfatıyla daima sevilmiş, sayılmış ve adları çocuk­lara verilen en yaygın isimler arasında yer almıştır. Şiî dünyası, Şiîliğin hareket noktası ve temel şahsiyeti Hz. Ali olmakla birlikte, şehid edilişinin arka planında varlığını sürdürebilen güçlü bir siyasî kuruluş bu­lunmadığından bu olayla fazla ilgilenme­miş, Hz. Hüseyin’in şehâdetini ise Şiîliğe hayat veren bir kaynak telakki ederek iç­timaî ve siyasî hayatın parolası haline ge­tirmiştir. Bugün İslâm dünyasının en bü­yük azınlık mezhebini oluşturan İsnâaşeriyye İmâmiyyesi’nin özellikle duygu ve gönül hayatını Hz. Hüseyin sevgisi yönlen­dirmektedir. Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilişinin hâtırasını anmak için ya­pılan ve "taziye" denilen yas merasimleri, onu imamların üçüncüsü ve on dört masûm-ı pâkin  beşin­cisi kabul eden Şiî dünyasında başlı başı­na bir olaydır (bk. TAZİYE). Ancak Sünnîler’in tuttukları 10 (veya 9,10,11) Muhar­rem orucunun Kerbelâ tâziyesiyle bir ilgisi yoktur (bk ÂŞÛRÂ). Hz. Hüseyin’in acıklı sonu İslâm edebiyatında başlı başına bir tür oluşturmuş ve özellikle taziye tören­lerinde okunmak üzere Şiî şair ve ediple­ri tarafından "maktel" veya "maktel-i Hü seyin" denilen mersiye ve okuma parça­ları kaleme alınmıştır (aş. bk.)

Hz. Hüseyin’in çocuklarından Ali el-Ek-ber Kerbelâ’da kendisiyle birlikte şehid olmuş, Ca’fer ve Abdullah adlı oğulların­dan devam etmeyen soyu diğer oğlu Ali Zeynelâbidîn’den devam ederek seyyid unvanıyla tanınmıştır. Ayrıca Fâtıma ve Sekine adlı iki de kızı vardı.

Literatür. Resûl-i Ekrem’in torunu, Hz. Ali ile Fatma’nın çocuğu olması ve daha çok İslâm tarihinin en önemli olaylarından biri sayılan Kerbelâ’da şehid edilmesi se­bebiyle Hz. Hüseyin hakkında geniş bir literatür meydana gelmiştir. Bu konuda hadis külliyatı, İslâm tarihi kaynakları ve biyografik eserlerde bulunan zengin mal­zemenin yanında pek çok monografık ça­lışma da vardır.

Hadis külliyatından Buhârî ve Müslim’in Şahitlerinin çeşitli bölümlerinde, özellik­le sahabenin faziletleriyle ilgili kısımların­da Hz. Hüseyin hakkında birçok hadis yer alır. Her iki eserde de "Hasan ve Hü­seyin’in Faziletleri" başlıklı müstakil birer bab açılmış ve buralarda Hz. Peygamber’in sadece biri yahut her ikisi için söy­lediği övücü sözler kaydedilmiştir. Tirmizî’nin Sünen’inde diğer bölümlerin yanında "Menâkıbü’l-Hâsan ve’l-Hüseyin" ve "Menâkıbü Ehl-i beyti’n-nebî" babların da yirmiden fazla hadis nakledilmekte­dir (bk.Tirmizî,"Menâkıb", 31, 32). Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn Mâce ve Dârimî’nin Sü-nen’leriyle  çeşitli bölüm­lerinde de çok sayıda hadis bulunmakta­dır. Ahmed b. Hanbelin Müsned’inde Hz. Hüseyin’den elliye yakın hadis rivayet etmiştir (I, 203, 242; II, 85, 93; III, 62, 261). Resûl-i Ek­rem’in Hasan ve Hüseyin’in dünyanın iki çiçeği, âhirette de cennet çocuklarının efendisi olduklarına dair hadisiyle onları sevdiği, Allah’a da iki torununu ve onları sevenleri sevmesi için dua ettiği Kütüb-i Sitte’nin çoğunda geçmektedir; diğer ha­dislerde ise onların bazı faziletlerine te­mas edilmektedir. Şia’nın temel hadis kaynağı olan kütüb-i erbaadan yalnız el-Kâfide ve iki ayrı bab halinde Hz. Hüse­yin’in doğum tarihi ve imametiyle ilgili hadisler vardır (Küleynî, I, 300-303, 463-466). Diğer kaynaklarda (bk. Muhammedi er-Rîşehrî, I, 232-235, 242-243) yer alan hadisler sıhhat şartı dikkate almaksızın müstakil bir kitapta toplanmıştır (Mecli-sî, bk. bibi.).

Siyer ve megâzî kitaplarında Hz. Hüse­yin’e ilişkin bilgiler hem çok sınırlı hem de dolaylıdır. Şüphesiz bunun sebebi onun Hz. Peygamber vefat ettiğinde henüz altı yaşında bulunması ve Hz. Osman ile ba­bası dönemindeki bazı olaylarda aldığı gö­revlerin dışında genellikle gazvelere ka­tılmamış olmasıdır.

İslâm tarihi kaynaklarının hemen hep­sinde Hz. Hüseyin hakkında bilgi yer alır. İbn Kuteybe’ye nisbet edilen el-İmâme ve’s-siyâse, ağabeyi Hz. Hasan’ın Muâviye ile barış antlaşması yapmasından Ker-belâ Vak’ası’na kadarki siyasî hayatını kıs­men dağınık şekilde ve sadece ana hat­larıyla verirken (Kahire 1957, I, 176; II, 4-6) Dineverî el-AhbârU’t-tıvâl’de (s. 145, 195, 227-262) ve Ya’kübî Târîh’te (II, 243-253) onunla ilgili olaylara dair daha etraflı bilgi sunmaktadır. Taberî hicrî 60 ve 61 yıllarına ait olayları anlatırken Hz. Hüseyin’in, amcasının oğlu Müslim b. Akıli Kûfe’ye göndermesinden şehid edil­mesine kadar geçen zaman içindeki geliş­meleri Ebû Mihnefin Maktelü’1-Hüseyin’ine dayanarak anlatır (Târih |Ebü’l-Fazl], V, 343-471). Mes’ûdî ise olayları da­ha kısa verir ve bahsin sonunda Kerbelâ şehidlerinin isimlerini sıralar [Mürûcü’z-zeheb (Abdülhamîd], III, 64-72). el-Bed’ ve’t-târih müellifi Makdisî, aynı hususla­rı aktardıktan sonra Şiîler’in bununla ilgili çok abartılı şeyler söylediklerini ve bir­çok ilâvede bulunduklarını belirtir (VI, 13). İbnü’l-Esîr’in el-Kâmii’inde (IV, 19-91) ve İbn Kesîr’in el-Bidâye ve’n-nihâye’-sinde (VIII, 204-212) daha önceki eserler­de yer alan bilgiler bazı küçük farklılıklar­la tekrarlanmakta. İbn Kesîr ayrıca Hz. Hüseyin’in şehâdetini anlattıktan sonra Ferezdak, A’meş, İshak b. İbrahim gibi şairlerin onun için yazdıkları mersiyeler­den de örnekler vermektedir.

Ensâb kitaplarında Hz. Hüseyin hakkın­da geniş açıklamalar vardır. Belâzürî’nin Ensâbül-eşrâf ında onun hayatının çeşitli safhaları, Ali b. Zeyd el-Beyhaki’nin Lübâbü’l-ensâb’ında da eşleri, çocukları ve to­runları hakkında  bilgi bulunmakta­dır. Muvaffakuddin İbn Kudâme de ese­rinde Hz. Hüseyin ve çocuklarının biyog­rafilerini vermiştir.

Şehir tarihçilerinden İbn Asâkir ünlü eseri Târîhu medîneti Dımaşk’ta Hz. Hüseyin’e geniş yer ayırmıştır (nşr. Ömer b. Garâme el-Amrevî, XIV, 111-260);özel­likle onun Muâviye zamanında Yezîd ku­mandasındaki ordu ile İstanbul seferine katıldığını söylemesi (XIV, 111) dikkat çe­kicidir.

Sahabe tabakatında ve diğer biyogra­fik kaynaklarda Hz. Hüseyin’den müstakil başlıklar altında bahsedilmektedir. Gü­nümüze ulaşan en eski tabakat kitabının müellifi İbn Sa’d, eserinde çocuk sahâbîlere ayırdığı beşinci tabaka içerisinde Hz. Hüseyin’e çok geniş yer vermiştir. Diğer tabakat kitaplarından İbnü’l-Esîr’in Üsdü’1-Gabe’sınde Resûl-i Ekrem’in Hz. Hü­seyin hakkında söylediği sözlere, onun fi­zikî ve ruhî özelliklerine (II, 18-23), İbn Hacer’in el-İşabe’sinde onun Cemel ve Sıffîn savaşları ile Hâricîler’e karşı girişilen mücadeledeki faaliyetlerine (I, 322-335) temas edilmektedir. Zehebî ise hem Tâ­rihü’l-İslâm’ında (Beyrut 1410/1990,61-80 yılları, s. 5-21) hem de Siyerü a’lami’n-nübelâ’ adlı eserinde (III, 280-321) Hz. Hüseyin’e geniş yer ayırmıştır.

Hz. Hüseyin konusunda menâkıb kitap­larından İbn Şehrâşûb’un Menâkıbü Âli Ebî Tâlib (Beyrut, ts.) ayrı bir öneme sa­hiptir. Konulara daha çok Şiî bakış açısıy­la yaklaşan müellif, Şiî tefsir ve hadis kaynaklarını kullanarak önce iki kardeş hak­kında söylenen hadisleri ve Hz. Hüseyin’in hilâfet mücadelesini ele almakta (III. 367-402), daha sonra onun ahlâkî özelliklerini, yaşadığı harikulade olayları, tarihî geçmi­şini, şehâdetini ve türbesini ziyaret etme­nin faziletini anlatmaktadır (IV, 46-128). Bazı tezkirelerde de Hz. Hüseyin hakkında bilgi bulunmakta, özellikle bunlardan Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin Tezkiretü’1-havâşş’ında (Beyrut 1401/1981, s. 210-254) onun için yazılan mersiyelerden örnekler ve Kerbelâ’nın intikamının alınışı hususunda geniş bilgi verilmektedir.

Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da siyasî amaç­lar uğruna hunharca öldürülmesi müslüman kamuoyunun vicdanında derin ya­ralar açmış ve ilk günlerden itibaren ko­nuyla ilgili çok sayıda eser kaleme alın­mıştır. Bunların başında "maktelü’1-Hûseyin"ler gelir. Hz. Hüseyin’in şehid edili­şini anlatan bu eserler özellikle Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında önemli bir yer tutmaktadır. Bu hususta kaynaklarda adı anılan ilk eser Câbir b. Yezîd el-Ca’bî’nin (ö. 128/746) bugüne ulaşmayan Kitâbü Makteli’l-Hüseyn’dir(Hediyyetü’l-’âri-fîn,\\, 540). Konuyla ilgili en önemli eser ise hiç şüphesiz klasik İslâm tarihçileri­nin de alıntı yaptıkları Ebû Mihnefin (ö. 157/773-74) Maktelü’l-Hüseyn’idir. İlk defa F. Wüstenfeld’in neşrettiği kitap (Göttingen 1883) daha sonra Bombay (1311) ve Necef’te (1343, 1347) basılmış­tır. Ebû Mihnef’ten başka Nasr b. Müzâhim el-Minkârî, Vâkıdî, Medâinî, İbrahim b. Muhammed es-Sekafî, Muhammed b. Zekeriyyâ el-Gallâbî, Mahmûd b. Müba­rek, İbn Tâvûs ve Dildâr Ali (ö. 1235/18201 gibi çok sayıda müellifin de Arapça Maktelül’ ül-Hüseyn’leri vardır (Hediyyetü’l-’ârifın, II, 540; Selâhaddin el-Müneccid, s. 229; Tahranı, XXIV, 24-29); bunlardan İbn Tâvûs’unki hariç (Tahran 1317; Sayda 1329) diğerleri basılmamıştır.

Fars edebiyatında özellikle Şiîliğin res­mî mezhep kabul edildiği Büveyhîler ve Safevîler döneminde idarecilerin de teş­vikiyle pek çok müellif çeşitli maktel-i Hü­seyin’ler kaleme almıştır. Bunların başlıcaları arasında Mirza Muhammed İbra­him, Hüseyin el-Bâfkî, Muhammed Ali Müderris el-Çârdehî, Muhammed Nasır en-Nâînî ve Hidâyetullah b. Şeyh Sâdık el-Kazvînî’nin Maktel-i Ebû ’Abdillâh’ları zikredilebilirse de (Tahrânî, XXII, 22-29) bu alanda şüphesiz müstesna bir ye­re sahip olan eser Hüseyin Vâiz-i Kâşifi’-nin (ö. 910/1504) itavzatü’ş-şühedâ’sıdır. İran’da taziye meclislerinde en çok oku­nan metin olup tertibi bakımından daha sonra yazılan makteller’e örnek teşkil eden eser birçok defa basılmış (Lahor 1287/ 1870; Lucknow 1873; Bombay 1301/1883; Cawnpore 1309/1891; Tahran 1333/1914, 1341/1922), üzerine şerh vb. çeşitli çalış­malar yapılmış (Storey, 1,212-213) ve Ge­libolulu Câmî tarafından Saâdetnâme adıyla Türkçe’ye çevrilerek Kanunî Sultan Süleyman’a sunulmuştur.

Türk edebiyatındaki maktel-i Hüseyin’­lerin bilinen ilk örneği Kastamonulu Şâzî’-nin763 (1361) tarihli Destân-ı Maktel-i Hüseyin’idir (Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 4041; Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 528; ayrıca bk. Yaşar Türkay, Kastamo­nulu Şâzî’nin Maktel-iHüseyn’i, mezuni­yet tezi, 1974, İÜ Ed. Fak., Nurcan Öznal Güder, Kastamonulu Şâzî Maktel-i Hüseyn, |doktora tezi, 1997|, İÜ Sosyal Bilim­ler Enstitüsü). Yahya b. Bahşî’nin 905’te (1499) tamamladığı Maktel-i Hüseyin’i (DTCF Ktp., Muzaffer Ozak, nr. 1/248) ile Lâmiî Çelebi’nin kütüphanelerde çok sa­yıda nüshası bulunan aynı adlı eseri de (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 4019; Afyon Gedik Ahmed Paşa Ktp., nr. 90; İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, nr. 1254; ayrıca bk. İbrahim Boğalı, Mak­tel-i Âl-i Resul, mezuniyet tezi, 1971, İÜ Ed. Fak.) zikredilmelidir. Aynı dönemlere ait Hacı Nûreddin Efendi’nin manzum Maktel-i Hüseyin’i Vak’a-i Kerbelâ adıyla birkaç defa basılmıştır (istanbul 1285, 1300, 1309, 1324r./1908, 1329 r/1913, 1341 r. /1925). Bunlardan başka Süleyma­niye Kütüphanesi’nde müellifleri bilinme­yen başka maktel-i Hüseyin’ler de vardır (Abdülkadir Karahan, Türkçe Maktal-i Hüseyin’ler ve Hadîkatü’s-süadâ, travay, 1937-38, İÜ Ed. Fak). Türkçe maktellerin en önemlisi şüphesiz Fuzûlî’nin Hadîka-tü’s-suadâ*sıdır. Eski ve yeni harflerle birçok defa basılan eserin Şeyma Güngör tarafından tenkitli neşri yapılmıştır (An­kara 1987) (ayrıca bk. MAKTEL).

Maktel-i Hüseyin’lerden başka çoğu Şi-îler’ce yazılan ve Mûtemgede, Destân-ı Gam, Cengnâme-i Hüseynî, Mecâli-sü’1-ahzân, Müsîrü’l-ahzân, Tûfân-i Bükâ gibi adlarla anılan pek çok eser bu­lunmakta (Storey, 1,222,229,234) ve bun­lar içerisinde özellikle hadisenin cereyan ettiği Kerbelâ’ya izafetle anılanların yay­gın olduğu görülmektedir. Asım Köksal’ın klasik İslâm tarihi kaynaklarına göre yaz­dığı Kerbelâ Faciası ile (Ankara 1979) Rikâbî’nin Şiî kaynaklarına göre yazdığı Vakcatü Kerbelâ (eş-Şeyh er-Rikâbî, Kum 1406 h.) gibi az sayıdaki eser hariç bunla­rın hemen hemen tamamına yakını olayları tarih bilinciyle değil maktel-i Hüse­yin’lere benzer şekilde duygusal öğeleri ön plana çıkararak etkili, dramatik ve ro­mantik bir üslûpla vermektedir. Hâdisetü Kerbelâ, Kerbelâ fi’t-târîh, Kerbelâ-nâme gibi adlar taşıyan Arapça ve Fars­ça eserlerden başka (Tahrânî, XVII, 291; Hânbâbâ, IV, 4056), bir kısmı Sünnîler ta­rafından yazılmış Ehl-i beyt sevgisi çerçe­vesinde Hz. Hüseyin’in şehâdetini yarı ro­man üslubuyla halka yansıtan Türkçe ki­taplar mevcuttur (bk. KERBELÂ).

Gerek maktel-i Hüseyin’lerde gerekse aynı konuyu işlemekle beraber farklı isim­lerle anılan eserlerde Hz. Hüseyin ve di­ğer Kerbelâ şehidleri için yer yer mersiye­lere rastlanır. Bunların dışında Hz. Hüse­yin için yazılmış müstakil mersiye kitap­ları da bulunmaktadır. Bazılarında men­sur bölümlerin de yer aldığı bu eserlerde, genellikle tarihî sıraya uyularak Hz. Hüse­yin’in Küfe’ye gitmek üzere yola çıkışın­dan Kerbelâ Vak’ası sonrasında alınan esirlerin Şam’a götürülmesine kadar bü­tün olaylar son derece hüzünlü bir üslûp­la anlatır. Büyük çoğunluğu Şiî, Alevî ve Bektaşîler’ce yazılan bu eserlerin Türk, Arap ve Fars edebiyatlarında önemli bir yeri vardır. Türkçe mersiyeler içerisinde şairi Muhammed Naki’nin .mahlasına nisbetle Kumru diye anılan Kenzü’1-mesâ-ib (İstanbul 1 327; yeni harflerle İstanbul 1992,1995), sadece Anadolu Türkleri ara­sında değil Âzerîler’le Irak ve İran Türk­menleri arasında da çok yaygındır. Hz. Hüseyin ve diğer Kerbelâ şehidleri için yazılmış çok sayıdaki mersiye kitabının bir kısmı basılmışsa da (Hüseyin b. Murtazâ, Mersiye-i Cenâb-t Hüseyin, İstanbul 1273; Sami, Mersiye-i Cenâb-ı Şehinşâh-ı Kerbe­lâ, İstanbul 1290; Hayrullah Tâceddin,Mersiye  Seyyidü’ş-şühedâ, İstanbul 1327) önemli bir kısmı yazma halindedir. Bunlardan başka Türk edebiyatın­da mersiye türünün en güzel örneklerini oluşturan Kemâlî Efendi’nin (Baha Doğ­ramacı, Kemâli Divanı ’ndan Aşk Sızıntıla­rı, İstanbul 1977, s. 217-221),Osman Şems Efendi’nin (Divan, Yapı Kredi Bankası Ktp., s. 84-94) ve Kâzım Mûsâ Paşa’nın (Makâlîd-i Aşk, İstanbul 1301) mersiyele­rini de anmak gerekir. Öte yandan Alevî ve Bektaşî şairleri "on iki imam" türü şiir­ler yanında müstakil olarak da Hz. Hüse­yin’in şehid edilişiyle ilgili pek çok nefes ve deyiş söylemişlerdir. XIII. yüzyıldan gü­nümüze kadar yaşayan Alevî şairlerinin hemen tamamının Hz. Hüseyin’le ilgili ne­fes ve mersiyeleri mevcuttur (bazı örnek­ler için bk. Özmen, I, 322; II, 87, 228, 349, III, 119, 249, 272; IV, 118, 447, 596; İsen, s. 3, 226, 360, 507, 560).

Hz. Hüseyin’in şehâdeti üzerine yazılan mersiyeler Arap ve Fars edebiyatında da yaygındır. Meselâ Muhammed Kâmil Süleyman el-İdiyuluciye’ş-.Şi’iyye fi rişa’il-Hüseyin (Beyrut 1981) adlı eserin­de mersiyelere yansıyan Şiî telakkiyi tahlil eder. İranlı şair Senâî hem divanında (nşr. Müderris Razavî, Tahran 1341/1962) hem de Hadîkatü’l-hakika adlı eserinde (nşr. Müderris Razavî, Tahran 1950) Hüseyin’i insanlığın ruhen gelişmesi için kendini adamış bir kahraman olarak gösterir. Fars edebiyatında ise özellikle Muhteşem-i Kâşânî’nin Kerbelâ hadisesini işlediği terki­bibendi ünlüdür (Zeynelâbidîn Mu’temer, Şi’ru Edebi Fârisî, Tahran 1364, s. 74 vd.) Aynı şekilde Hint-Pakistan alt kıtasında da bazı meşhur şairler çeşitli mersiyeler yazmışlardır. Bunlardan Muhammed Muhsin, Hz. Hüseyin’in kahramanlığını içli bir şekilde anlatırken Şah Abdüllatif Hint dilinde kaleme aldığı Risalo’sunda Kerbelâ Vak’ası’nı sûfî geleneğinde ifade­ye dökmüştür. Yine Mevlânâ Ebü’l-Kelâm Âzâd, Zâkir Han, Mevdûdî ve Muhammed İkbal’in de bu konuda eserleri olup bun­lardan yapılan bir derleme Türkçe’ye çev­rilerek Hz. Hüseyin: Bir Uyarı Bir Sem­bol (trc. Abdullah Gürel, İstanbul 1982) adıyla yayımlanmıştır (ayrıca bk. Schim-mel,XII 11986], 29-39).

Hemen hemen bütün maktel ve mer­siye kitaplarında Hz. Hüseyin’in şehâdetiyle ilgili tasvirler tarih kaynaklarının ver­diği bilgileri çok aşmış, hayalî sahnelerle farklı bir mahiyete bürünmüştür. Konuy­la ilgili müstakil bir eser yazan Murtazâ Mutahhari Şiîler’in yaşadı­ğı diğer bölgeler bir yana başta İran ol­mak üzere Necef ve Kerbelâ’da olay hak­kında pek çok yalanın uydurulduğunu be­lirtmekte ve âşûrâ gününde, Hz. Hüseyin o gün şehid edildiği için değil kimsenin önünü alamadığı onca yalan uyduruldu­ğu için ağlanması gerektiğini söylemek­tedir. Maktel, Kerbelâ ve mersiye kitapların­dan başka adı itibariyle doğrudan Hz. Hü­seyin’in hayatını konu alan eserler de var­dır. Ancak farklı başlıklarla yazılan kitap­larda olduğu gibi bunlarda da onun ha­yatı ile birlikte daha çok şehâdetine ağırlık verilmiştir. İlk dönemlerden beri ör­neklerine rastlanan bu eserlere (Tahrânî, VII, 21-22; Hânbâbâ, II, 1751-1754) yakın zamanlarda yenileri de eklenmiştir. Muhammed Beyyûm Mehrân’ın el-İmâm el-Hüseyin b. Alîsi (Beyrut, ts. [Dârü’n-nehdati’l-Arabiyye]), Bakır Şe-rîf el-Kureşî’nin Hayâtüt-İmâmi-Hüseyin’i (Beyrut, ts.), Mûsâ Muhammed Ali’nin Seyyidü’ş-şühedâ’ el-İmâmü’l-Hüseyin’i (Beyrut 1405/1985) ve Fehmî Üveys’in Şehîdü Kerbelâ el-İmâm el-Hüseyin b. ’Alî b. Ebî Tâlib’i (Kahire 1948) bu gruba örnek verilebilir. Başka bir önemli eser de Abbas Mahmûd el-Akkâd’ın el-Hüseyin b. "Alî Ebü’ş-şüheda’sıdır (Kahire 1969; ayrıca Meusû’atü Abbâs Mahmûd el-Akkâd: Şahşiyyât Is-lâmiyye (Beyrut 1971, III, 185-329). Akkâd, Hz. Hüseyin’in başına gelenleri İslâm öncesinde Hâşimoğulları ile Ümeyyeoğulları arasında yaşanan çekişmelerle ilişkilendirir ve olayları sadece tarihî açıdan değil sosyolojik açıdan da ele alır. Şiî mü­ellif İbrahim ez-Zencânî ise Vesîletü’d-dâreyn fî enşâri’l-Hüseyin adlı eserin­de (Beyrut 1395/1975) bütün Şiî müellif­ler gibi olayları tamamen kendi kaynak­ları doğrultusunda açıklar. Ayrıca Takryyüddin İbn Teymiyye’nin Hz. Hüseyin’in başının defnedildiği yerle ilgili tartışma­ları ele aldığı Re’sü’l-Hüseyin ile Ebû Abdullah Muhammed b. Ali’nin Şiî kaynaklan çer­çevesinde Hz. Hüseyin’in kabrini ziyaretin faziletiyle ilgili eserini de anmak gerekir.

İran’da İslâm Cumhuriyeti’nin kurulu­şundan (1 Nisan 1979) az önce veya son­ra yazılan bazı eserlerde Hz. Hüseyin’in hayatı ve şehâdetiyle ilgili tarihî rivayet­lerden çok onun inkılâbî bir boyut atfet­tikleri tutum ve hareketine ağırlık verilir. Esed Haydar’ın Maa’l-Hüseyin fî nahdatih (Beyrut, ts.), Hibetüddin eş-Şehristânî’nin Nehdatü’l-Hüseyin’i (Beyrut, ts. |Dârü’l-kütübi’l-Arabiyye|) ve Ali Şerefeddin’in Dirâsât fî şevrâti’l-İmâmi’l-Hü­seyin (bs. yeri yok, 1414) adlı çalışmaları bu türün başlıca örnekleridir. Bu gruba giren kitapların bir kısmı Türkçe’ye de tercüme edilmiştir: Muhammed Yezdî, İmam Hüseyin’in Misyonu (trc. Nihat Çaylak, Ankara 1991); Muhammed Mü-derrisî, İmam Hüseyin Şehâdet Za­manı (trc. Hasan Elnas, Diyarbakır 1991); Âyetullah Destgayb, Kerbelâ Katliamı ve Zeyneb’in Mesajı (trc. Hasan Elnas, Ankara 1992); Murtazâ Mutahharî, Haz­ret! Hüseyin’in Emr-i Ma’ruf ve Nehy-i Münker’i (trc. Hasan Almaz, İstanbul* 1995).

Hz. Hüseyin hakkında Batı’da yapılan çalışmalar daha çok onun şehâdeti ve taziye törenleriyle ilgili olup bazıları şun­lardır: A. Nöldeke, Das Heiligtum al-Husains zu Kerbelâ (Berlin 1909); Ivan J. Lassy, The Muharram Mysteries among the Azerbeijan Turks of Cau-casia (Hdsingfors 1916); G. E. von Gru-nebaum, Muhammadan Festivals (New York 1958, s 85-94); Frederic Maatouk. La representation de la mort de l’Imam Hussein a Nabetieh (Liban-sud) (Beirut 1974); Mahmoud Ayoub, Redemptive Suffering in islam: A Study of the De-votional Aspects ofAshura in Twelver Shi’ism (The Hague 1978).

 

Kaynak:Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi “Hüseyin” Maddesi Yazar: İlyas Üzüm C:XVIII s:518-524